16 Ağustos 2008 Cumartesi

fayn tenks end yu?



Biliyorum, biliyorum çok tembelim.

Bu blogu ingiltere günlüğü olarak planlamıştım ama her zaman ki gibi sadece planlamakla kaldım :) sevgili ülkeme geri dönmeme sadece iki hafta kaldı ve okuduğunuz bu cümleleri yazmaya başladım.

O kadar da kötü değil aslında. Sadece 6 ay geciktim. Oysa İbn Battuta, Morokko'lu, 22 yaşında Hacc'a gidiyorum diye evden çıkıp 29 yıl sonra geri dönen gezgin, ancak döndükten sonra yaşadıklarını kaleme almıştı. Tabii ki kendimi onunla kıyaslamıyorum ama yolculuk bittikten sonrada yazılabiliyormuş demek ki.

Yurtdışına çıkmak, orada zaman geçirmek, yeni bir dil, yeni bir kültür öğrenmek... dünyadaki bilginin %90'ı ingilizce ve teknolojinin terminolojisi de öyle. Artık yayınevlerinin çoğu bu tarz kitapların çevirisini yapmaya zahmet etmiyor bile. her ne kadar kariyer için tartışılmaz artıları olsa da günümüz insanının görüp anlaması gereken bir şey var : dünya küçücük ve küçülen bu dünyaya ait bir vatandaş olmak istiyorsanız onun kurallarına göre oynamak zorundasınız. dünyanın baskın kültürünü, ortak dilini öğrenmek onunla üretmek zorundasınız ki var olabilesiniz.


Eğitim sistemimizin hali ortada. Üzülerek gözlemlemekteyim ki şu anda okula devam eden kardeşlerimizin, yeğenlerimizin, çocuklarımızın hali içler acısı. “Dış mihraklar” meselesi ve insanımızın “yürüyen ot” haline getirilmesi/gelmesi, üretmekten çok tüketen (birey demek istemiyorum) yaşam formlarına dönüştürülmemiz konusunu tartışmaya açacak değilim ama 15 sene okul okuyupta bir yabancı dil öğrenememiş olmamız utanılacak bir durumdur. Bir üniversite öğretim görevlisinin gizli gizli yabancı dil dersleri alması nasıl tarif edilebilir onu hiç bilmiyorum. Birazcık bilinç sahibi olan ana babalar çocuklarını, hafiftende zorlayarak, daha fazlası ve daha iyisi için teşvik ediyor. Ama beni kahreden asıl nokta köklü bir eğitim geleneğine sahip olmamıza, kitaplı dinlerin, tarihin yazıldığı ve her dönemde insanlığın merkez noktası olmuş bir coğrafyanın çocukları olmamıza rağmen eğitime, ilme, bilime, kitaba, kaleme, öğrenmeye kıymet vermeyişimiz ve hatta bilgiye aç, daha fazlası için çabalayan yaşam-boyu-öğrencileri küçük görmemizdir. Bence bu durum kendi kimliğimizi kaybettiğimizin en önemli göstergesidir. Nimetin simgesi olduğu için öpüp alnına sürerek ekmeğe saygı gösteren bir toplumun bilginin simgesi olan kitaba karşı aldığı bu tavır anlaşılabilir değildir – en azından benim için. Kimliğini koruyamadan, onu dünyanın bilgisi ile harmanlayamadan ve üretip çoğaltamadan, kendisi dünya üzerinde ayrı bir yer, bir standart oluşturmak yerine Avrupa Birliği, Gümrük Birliği, falan filan birliğine girme umutları beslemek ve bunu beceremeyincede “öteki”ni suçlamakta çokta şaşılacak bir durum değildir – en azından benim için.

Herşeye rağmen itiraf etmeliyim ki benim yabancı dil öğrenme maceram bilgiye başka bir kapıdan ulaşma, değişik bir açıdan yaklaşma arzusu ile başlamadı. Sanırım derinlerde yatan neden; Almanya'da doğup 5 yaşına kadar orada kalmama ve Türkiye'ye döndüğümde Türkçe konuşamama rağmen yıllar geçtikçe Almanca'yı unutmam ve büyüdükçede bunun acısını hissederek bu boşluğu kapatma isteğim idi. İngilizce ile ilk tanışıklığımda şu meşhur kitaplı kasetli kendi kendine çalışma setleri ile oldu. Linguaphone firması tarafından hazırlanıp pazarlanan ve (http://www.linguaphone.co.uk/) Hunt ailesinin İngiltere'deki maceralarının anlatıldığı bu set, İngilizceyi bizden çok daha iyi bilmeyen ancak kadro eksikliğinden (!) derslerimize giren resim öğretmenlerimizden iyi notlar almamı sağlamıştı. Ne de olsa dersler sürekli piknik yapan veya deniz kenarında yürüyüşe çıkan Mr. And Mrs. Brown'ın aile saadeti üzerine kuruluydu.

Okul dışında İngilizce'yi en çok kullandığım yer Guns and Roses ve Nirvana şarkılarının çevirileri ile uğraştığım zamanlardı. GnR çevirilerinden bayağı bir küfür ve cinsel bilgi(!) edinmekle birlikte, sözlerinden derin felsefi anlamlar beklediğimiz Nirvana şarkılarınında deodorant (Smells Like Teen Spirit) ve mide ağrıları için fesleğen çayı (Pennyroyal Tea) tavsiyesi içerdiğini anladığımda hayal kırıklığına uğramıştım. O dönemde yabancı dil gerçektende pek gerekli değil gibi görünüyordu ve “How are you?” diye soran birine “Fine thanks and you?” diyebiliyordum. O günlere ait can sıkıcı noktalardan biri; aslında o kadarda “fine” olmayıpta diyecek başka birşey bilmediğimden hep aynı cevabı vermemdi. Bugün bile yabancı dil öğrenen birine hatrını sorsanız aynı cevabı alırsınız sanıyorum : “fayn tenks end yu?” :)

İngilizce öğrenimimdeki asıl ivme tabii ki iyi bir işe girme, para kazanma isteği ile gerçekleşti. Gazetelerin insan kaynakları eklerine göre kariyer hedefiniz ne olursa olsun ingilizce şarttı. Birde yıl 2003 olmasına rağmen 5 yıllık Office 2000 tecrübesi :) Ben Bilgi Teknolojileri alanında (havalı ve “ingilizce” olan tabiri ile IT – Information Technologies) kariyer yapmak istiyordum ve bu alanın terminolojiside İngilizce üzerine kuruluydu. Bir taşla iki kuş mu?
Kurslara kayıt oldum, filmler izledim, konuşmalar dinledim ve sanırım Türkiye'de yapabileceğim herşeyi yaptım. 2.5 yıl sene boyunca uluslararası bir firmada çalıştım. Ama kişilik olarak ben kendimle pek barışık olmayan ve hep daha iyi olmam gerektiğine inanan bir insanım. Üstüne üstlük birde tembelim!!! Kombinasyona bakar mısınız :) Bir yandan “Daha iyisini yapabilirim, yapmalıyım!” modunda bir adam ama aynı zamanda “Yaparız bir ara!” İnanın ben bile kendimden bıkıyorum bazen :) Neyse sonuç olarak yurtdışına çıkma ve eğitime orada devam etme kararı verdim.

Amerika fikri hiçbir zaman sıcak gelmedi bana. Nedenini sormayın bilmiyorum. Malta; ucuz ve vize açısından sorunsuz olmasına rağmen gerçekten İngilizce'nin ana dil olarak kullanıldığı bir yer mi? En önemlisi İngilizce diline ait kültürel kökenleri gerçekten deneyimleyebilecek miydim? Sanmıyorum. Aklımda iki ayrı ülke vardı İngiltere (doğal olarak) ve Avustralya (ilginç olarak.)

Planlamaya başladım.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder